DenemeEdebi Yazılar

DERGÂH-I İLMİYE DEKLERASYONU

Bilinen tarihin yaklaşık beş bin (5000) yılı Türk Ulusunun varlığı ve savaşları ile yazılmıştır. İlk Türk Devletlerinden günümüze değin ulaşan, “Güneşin doğduğu yerden battığı yerlere kadar gidilebilen her yeri fethetmek, cihan hâkimi olmak” desturu yani “Kızılelma” ülküsü, Türklerin tüm cihana hükme etme hayali ile savaşçı bir ulus olmasını sağlamaktır. Çok iyi bir savaşçı olan Türkler yalnızca bu yönleriyle değil, aynı zamanda hürriyet sevdalısı olmalarından mütevellit kurmuş oldukları devletler ile de adlarını tarihe kazınmışlardır.

610 yılında Allah (c.c.) tarafından Cebrail (a.s.) aracılığıyla peygamber efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.)’e gönderilen Kur’an’ı Kerim, peygamber efendimiz ve sahabe efendilerimizin yaşantılarının etkileri ile İslâm dini bazı özellikleri temel alarak medeniyet kurmuştu çağlara. Bu esasların başlıcaları; Rabbe şükretmek, merhamet, sadakat, şefkat, doğruluk, sır tutmak, sabretmek ve cömertlik idi (Bu sekiz özellik Selçuklu Yıldızının anlamıdır.). Bu sekiz özelliği esas alan Türkler, onuncu (10.) yüzyılın başlarında İslâm’ın sancaktarlığı, on beşinci (15.) yüzyılın ortalarında ise İslâm Devleti’nin sahibi oldu. Lâkin bir müddet sonra bizlere, biz unutturulduk, bize öğretilen dini, bize öğretilen Türklüğü gerçek zannederek yaşam sürdük. Ama zaman yeniden bizi çağırıyor. Kudüs, Doğu Türkistan, Yemen ve Arakan yeninden bizi bekliyor. Medeniyetimizin kuruluşundan, bize unutturulmasına ve yeniden ayağa kalması adına tarihe küçük bir not düşmeye bizimle varsanız haydi başlayalım…

 

Anahtar Kavramlar: İslâm, Türk, Türk-İslâm Medeniyeti, Türk Devlet Geleneği, Türk Ordusu

GİRİŞ

Ne kadar manipüle edilirse edilsin, tarih gerçekleri muhakkak yazar. Tarihi şahsiyetler yaşadıkları dönemde hep eleştiriye maruz kalmıştır. Onlar yaşadığı dönemde ne kadar eleştirilirse eleştirilsin, tarihin seyrini değiştirmeyi başardılar. Metehan, Cengiz Han, Timur, İskender, Sezar, Attila, Tuğrul Bey, Çağrı Bey, Muhammed Alparslan Han, Osman Bey, Çelebi Mehmet, Fatih Sultan Mehmet Han, Sultan II. Abdülhamid Han, Gazi Mustafa Kemal ve Recep Tayyip Erdoğan. Dönemlerinin en çok tartışılan ve en sansasyonel icraatlarına imza atan isimlerdir. Bu isimler yalnızca siyasi, askeri ya da dinî olarak değil bilimsel, teknolojik, ekonomik, kültürel, sanatsal ve sportif faaliyetlerde yeni ufuklar açan tarihi simalardan sadece birkaç tanesi. Her birinin yüzlerce artısı olduğu gibi eksik yanları da vardır. Ancak içinde bulunduğumuz bu dönemde bizlerin bizlerden uzaklaşmasının bir sonucu olarak bu isimlerin yerlerinin dolması imkânsız hâle gelmiştir…

Dergâh-ı İlmîye, makam peşinde koşanların değil, makamlara değer katacak isimleri yetiştirme amacında olan bir ulusun, yeniden özüne dönmesi adına adlarından geçenlerin hikâyesi olarak sizlerin huzurunda. Dergâh-ı İlmîye, İslam’ın yeniden özene dönüşünün bir ilanı olarak elinizde…

Yaklaşık 5000 yıllık devlet geleneğine sahip olan Türkler, dünya tarihinin en muhteşem askeri sistemini kuran bir ulustur. Bu aziz millet “Güneşin doğduğu yerden battığı yere değin her yeri istilâ etme” isteği yani “KIZILELMA” ülküsü ile atlarını Tanrı Dağ’larından Avrupa’ya sürmüş, akınlar yapmış ve cihanı istilâ etmiştir. Cihanı istilâ eden Türkler, bu istilâların pek çok ulus ile etkileşime girerek, onların kültürlerine ortak olmuştur. Bu ortak kültürel mirasın en büyüğü İslâm dini ile tanışmamız sonucunda gerçekleşmiştir. İstilâ yerini fetih anlayışı ile yaşatma düsturuna bırakmış, Kızılelma artık daha mukaddes bir ülkü hâline gelmiştir. Artık dünyanın hâkim gücü Türk-İslâm Medeniyeti olmuştu…

Türk-İslâm Medeniyeti ile dünyaya yaklaşık 600 yıl boyunca adalet, huzur ve refah hüküm sürmüştü. Ancak her güzel şeyin bir sonucu olduğu gibi Türk-İslâm Medeniyetinin de bir sonu vardı. Bu sonun hazırlayıcısı maalesef içimizdeki bedbahtlar* oldu. Türk-İslâm Medeniyeti yerini batının kanla, korku ile zulüm ile kurduğu Batı Medeniyeti ile doldurdu. Özümüze dönmek yerine batıya özenmeyi kendimize ülkü seçtik. Ancak artık yeniden Türk-İslâm Medeniyetinin dünyada hâkim güç haline gelmesi elzemdir. Ayrışan Türk Ulusu için vakit TURAN ÜLKÜSÜ’nün, İslâm Dini için yeniden ÜMMET olmanın zamanı…

* Bedbaht: Farsça kökenli bir kelime olan bedbaht dilimizde “bahtsız, mutsuz ve talihsiz anlamlarına gelmektedir.

 BELLİ BİR AMAÇ ÜZERİNE YARATILDIK!

Yüce Allah azze ve celle, Mu’minun Sûresi 115. ayeti kerimesinde, biz kullarına “Sizi sırf boş yere yarattığımızı ve sizin artık huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sandınız?”* ve Duhan Sûresi 38. ayetinde “Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık!”** şekilde hitap etmektedir biz aciz kullarına. Bu ayeti kerimelerin tefsirini yapmak elbette ki, müfessir kulların işidir. Biz aciz kulların değil! Lakin, yaşadığımız dönemde unuttuğumuz bazı niteliklerimizi hatırlayabilme manasında bu ayeti kerimelerini idrak ederek, rehber edinmemiz gerekmektedir. Bu vesile ile bu iki güzide ayeti kendimize rehber edinerek, kaleminizi nefsimize bir hançer gibi yöneltelim ve kelamımızı edelim. Edelim ki, kalemimiz ile kelamımız bir ve bütün hareket eder hâle gelsin. Biz de bize unutturulmaya çalışılan değerlerimize geri ulaşmak adına ilk adımımızı atalım, fâni olan bu âleme…

Tarihi kaynakları incelediğimizde, Türklerin pek çok kavim ile ilişki içerisinde olduğunu görmekteyiz. Tarihin akışını değerlendirebilmemiz için yazılı metinlerin çok büyük bir önemi vardır. Bizlerde bu Türk-İslâm Medeniyetinin izini sürürken bu kaynakları esas kabul edeceğiz. İşte bu kaynaklardan bir tanesi de Çin Kaynaklarıdır. Çinliler ile yaklaşık 3000 yıldır iletişim halindeyiz. Bu sebeple bizi en iyi onlar tanır. Kurdukları çeşitli oyunlar ile bizim kendimizi unutmamızı sağlayan Çinliler, Türk’ün şanlı atası Metehan ve ordusu tara-fından diz çöktürüldü. Vergiye tabi tutuldu.

İşte tam da bu sebeple bize unutturulmaya çalışılan tarihimizi hatırlamamız açısından Metehan’ın*** tarih sahnesindeki sivrilişinin hikâyesini sizlere aktarmaya çalışacağım…

Büyük Türk Atası Metehan, üvey annesinin, babası Teoman’ı kışkırtması üzerine, babası tarafından genç yaşında Yüe-Çi Hanlığına esir olarak gönderildi. Lâkin Mete, hala sağdı ve yaşaması Çinli üvey annesinin planlarını ziyadesiyle bozuyordu. Bu sebeple Mete öldürülmeliydi. Mete’nin öldürülmesi için, Teoman ve ordusu, Yüe-Çi Hanlığına saldırıya geçti. Bunun üzerine Mete, bir yolunu bularak ve bir at çalarak buradan kaçtı. Ancak, oğlunun obaya sağlam olarak geldiğini gören Teoman, Mete’nin emrine 10.000 kişilik bir ordu verdi. Disipline önem veren Mete, ordusunu onluk sisteme göre düzenledi. Kendi icadı olan ıslık çalan ok ile ordusunun ölüm yağacağı yeri gösteren Mete, ok atmakta tereddüt eden tüm askerlerinin kellesini aldı. Ve zamanla ordusunun kendisine ve devlete kesintisiz itaat etmesini sağladı. Milattan önce 209 yılında, bir av sırasında ıslık çalan okunu babası Teoman’a doğru attığı anda tüm ordusu bir kurttan işaret almışçasına ok fırlattı Hun Hükümdarına. Daha sonra Mete, Hun diyarının yeni Hükümdarı oldu. Metehan’ın bu disipline ettiği ordusu sebebiyle Türkiye Cumhuriyeti Kara Kuvvetleri Komutanlığı’nın kuruluş yıldönümü, Metehan’ın Hun Hükümdarı olduğu milattan önce 209 yılı olarak kabul edilmektedir.

Metehan gibi toy birinin Hun Hükümdarı olması sebebiyle bu durumdan istifade etmek isteyen Tung-Hular, Metehan’ı test etmek üzere ona elçi gönderdiler. Metehan’dan babası Teoman’ın atını, eşini istediler. Metehan gönderdi. Bunun üzerine Hun ülkesi ile Tung-Hu ülkesinin arasında kalan kurak bir araziyi istediler. Metehan; “Devletin toprağı teslim edilemez” diyerek, ordusunu Tung-Hu ülkesine doğru sürdü. Bu saldırının sonucunda Tung-Hular’dan yalnızca kaçabilen bir avuç insan sağ kaldı. Geriye kalanların hepsi Metehan ve ordusu tarafından kılıçtan geçirilerek, atları altında ezildiler.

Metehan’ın bu iki hikâyesinden sonra tarih sahnesine 16 büyük Türk Devleti çıkmıştır. Tarih bu Türk Devletlerini yöneten hükümdarların, Türk Boy Beylerinin başarıları ve kahramanlıkları ile yazılmıştır.

Aslına bakacak olursak; devlet olma ve hürriyet, Türkler için vazgeçilmez bir olgu hâlini almıştır. Bir önceki paragrafta 16 büyük Türk Devleti kuruldu desek bile, bu devletlerin tamamının birbirinin şekil değiştirmiş bir hali olduğunu görmekteyiz. Devletin kurumları, askeri sistemler ve yaşam tarzlarımız, hep dönemlere göre kendini hazırlamış ve farklı bir boya devleti idare etme fırsatı doğmuştur…

Türkler İslâm Dinine girdikten sonra, İslâm Dininin sancaktarı, korucusu olmuştur. Âdeta zaman Türkleri, İslâm Dininin kılıcı ve devleti olsun diye tarih boyunca hazırladı. Ve Türkler bu amaç üzerine yol yürüdüler. Ta ki kendi içlerindeki kurt görünümlü, mankurtlar tarafından kendilerine sırt döneme kadar…!

* Kur’an Yolu Meali

** Diyanet Vakfı Meali

*** Burada anlattığım Metehan’ın hikâyesini daha detaylı bir şekilde öğrenmek için, TRT Belgesel de yayımlanan “Savaşın Efsaneleri-Metehan” belgeselini izlemenizi tavsiye ederim.

İSLÂMİYET İLE DOĞAN MEDENİYET!

Miladi takvim, 610 yılını gösterdiğinde, Mekke sınırları içerisinde yer alan, Hira Dağı’nda bulunan bir mağara olan Nur Mağara’sında insanoğlunun yeniden doğumu gerçekleşti âdeta. Allah (c.c.) *, vahiy meleği Cebrail (a.s.) ** ile âlemlere rahmet olarak gönderdiği peygamberi Hz. Muhammed Mustafa’ya (s.a.v.) *** ilk emirlerini gönderiyor, insan nesli yeniden uyanışa çağrılıyordu. Cinler âlemi, uyanışa çağrılıyordu. Kâinat, yaratıcısı tarafından uyanışa çağrılıyordu. Bu öylesine muhteşem bir uyanıştı ki, Rahman ve Rahim olan, yerde ve gökte övülmeye ihtiyacı olmayan, yaratıcı, yok edici ve yeniden dirilten Allah’a (c.c.) ulaşmanın seyriydi aciz varlıklara. İkra ile Kadir Gecesi’nde yeniden çağlara imza olarak doğan tebliğ güneşi, cehaletin zifiri karanlığını aydınlatmaya yetmiş, İslâm insanların, cinlerin ve diğer yaratılmış canlıların kurtarıcısı olarak nakşolurmuştur. İkra’nın, kalemin ve alâk yani aşılanmış yumurtanın (bilimsel olarak embriyonun) vakti gelmişti, artık;

“Yaratan rabbinin adıyla oku! O, insanı alaktan (asılıp tutunan zigottan) yaratmıştır. Oku! Kalemle (yazmayı) öğreten, (böylece) insana bilmediğini bildiren rabbin sonsuz kerem sahibidir.”****

Allah (c.c.) tarafından peygamberine indirilen bu mukaddes emirleri duyar duymaz ilk güller kök saldı bu fani âleme; Hz. Hatice (a.s.), Hz. Ebubekir (a.s.), Hz. Ali (a.s.), Hz. Osman (a.s.), Hz. Zeyd bin Harise (a.s.), Hz. Talha bin Ubeydullah (a.s.), Hz. Zübeyr bin Avvam (a.s.), Hz. Sa’d bin Ebi Vakkas (a.s.), Hz. Abdurrahman bin Avf (a.s.), Hz. Said bin Zeyd (a.s.), Hz. Ebu Ubeyde bin Cerrah (a.s.), Hz. Hamza bin Abdulmuttalib (a.s.), Hz. Haris (a.s.), Hz. Cafer (a.s.), Hz. Musab bin Umeyr (a.s.), Hz. Mesud (a.s.), Hz. Iyas (a.s.), Hz. Ebû Zerr el-Gifârî (a.s.), Hz. Selman el Farisi (a.s.), Hz. Osman bin Mazun (a.s.), Hz. Bilal-ı Habeşi (a.s.), Hz. Habbab (a.s.), Hz. Hatib (a.s.), Hz. Halid Bekir (a.s.), Hz. Abdurrahman Cahş (a.s.), Hz. Ebu Ahmed (a.s.), Hz. Amir (a.s.), Hz. Amir Rebia (a.s.), Hz. Vakıd (a.s.), Hz. Erkam (a.s.), Hz. Üveys (a.s.), Hz. Halid (a.s.), Hz. Ömer Anbese (a.s.), Hz. Nuaym (a.s.), Hz. Ammar (a.s.), Hz. Süheyb (a.s.), Hz. Mikdad (a.s.), Hz. Said Hudri (a.s.) ve kırk birinci gül Hz. Ömer bin Hattab…

İlk emir ile kız çocuklarını diri diri toprağa gömen, cehaletin zemherine kapılmış ve Kâbe’yi putlarla donatmış, gönül gözü kapanmış müşrikler, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) dinine giren Müslümanlara büyük zulümler, işkenceler ve baskılar yaptılar. Onları doğdukları vatanlarından ettiler. Peygamber efendimizin (s.a.v.) öncülüğünde Müslümanlar kendilerine yurt aramaya koyulurdular. Kader ağlarını bu sefer Yesrip’den yana kurmuştu. Yesrip, peygamberimize (s.a.v.) yurt olacak, İslâm Devleti’nin kurulduğu mukaddes belde olacaktı.

Yesrip’in Medine olması, İslâm’ın gerici, yobaz olduğunu söyleyenlere sert bir şamar olmuştu. Zira, İslâm, medeniyetin ta kendisi, medeniyetin çağlara atılan imzasıydı. Müslüman, medeniyet yolunda olandır.

Dini inançları için Kâbe’ye gelen Hazrec kabilesine ait 6 kişi peygamber efendimizin (s.a.v.) emri ile Hz. Musab bin Umeyr (a.s.) ile görüşerek, Müslüman oldular. Ve yurtlarında İslâm Dinini yaymak amacıyla biat ettiler. 621 yılında gerçekleşen bu olay, İslâm Tarihinde “I. Akabe Biat’ı” olarak karşımıza çıkmaktadır. Bir yıl sonra bu altı kişi yanlarında İslâm Dinini kabul etmiş 75 kişi ile yeniden Akabe’ye geldiler. Burada peygamberimiz (s.a.v.) ve bu tarihte Müslüman olmamasına karşın yeğinini kollayan amcası Abbas ile yeni bir ahit yaptılar. Ve Müslümanları Yesrip’e davet ettiler. 622 yılında II. kez Akabe’de yapılan bu biat ile İslâm Devleti’nin temelleri atılmış oldu.

  1. Akabe Biatı’nın hemen ardından peygamberimiz (s.a.v.) Allah’ın (c.c.) kulu ve Resulü olduğuna inanan Müslümanlar gizlice vatanlarından ayrılarak Yesrip kendine hicret ettiler. Hicretin sonlarına doğru peygamber efendimiz Hz. Muhammed (s.a.v.) ve sadık dostu Hz. Ebubekir’de (a.s.) Yesrip kentine vardı.

Ensar ile muhacir o denli kaynaştılar ki Ensar için muhacir, muhacir için Ensar kardeşten öte oldu. Yesrip, Medine oldu. Gül bahçesinde örtüşen bülbüller, medeniyet yurduna kondu…

Kendimize rehber olarak Kur’an’ı Kerim’i alarak kurduğumuz Türk-İslâm Medeniyeti, yüz yıllar boyunca ilim, akıl, ahlâk, huzur, hoşgörü, sevgi ve saygı gibi değerler çerçevesinde yaşamış ve yaşatmıştır. Bu medeniyeti rehber edinen batı, kendi karanlığında geliştirerek, yeni bir medeniyet inşa etti. Ama biz Müslümanlar, kendi aydınlığımızda kendimizi ihya edemedik…

* Celle Celâluhû (Kısaltma)

** Aleyhisselam (Kısaltma)

*** Sallallahu aleyhi vesselam (Kısaltma)

**** Alâk Sûresi 1-5 Ayeti kerimelerinin Meali (Kur’an Yolu Mealinden alınmıştır.).

İSLAM’IN KILICI VE TEBLİĞCİSİ TÜRKLER

Türklerin İslamiyet’i kabul etmelerinin ardından, İslâmiyet dinine asker, alim, devlet ve hizmetkâr olarak katkıda bulunmuşlardır. Deklarasyonumuzun farklı bölümlerinde bu katkıları farklı yönlerden ele alacağız. Ancak bu bölümde ilme katkı veren Türklerin su kaynağını Pir’im Hâce Ahmed Yesevi’yi anlatmaya çalışacağım. Elbette ki dergi için kısaltılan bu yazıda pek çok şey yarıda kalacak ama mesele Türk-İslâm Medeniyetini yeniden ayağa kaldırmak ise Hâce Ahmed Yesevi’nin ırmağında su içmeden, yola çıkılmaz…

Meşhur menkıbedir, Peygamberimiz (s.a.v.) tarafından, Arslan Bab’a emanet eden hurma dalının Hâce Ahmed’e ulaşması.

Yesevi Pirim, Batı Türkistan’da bulunan Sayran kasabasında doğmuş, baba tarafından Hz. Ali’nin (a.s.) torunudur. Yedi yaşına geldiğinde, Yesi (Türkistan ya da Hazreti Türkistan) kentinde Arslan Bab ile karşılaştırıldığında, ondan peygamberimizin (s.a.v.) kendisine gönderdiği emanetleri alır…

Pir Ahmed Yesevi’yi, tanımak ve anlamak için en güzel kaynak yine Pir’imdir. Bu olayı Pir’im kaleme almış olduğu “Divan-ı Hikmet” adlı eserinde şu beyitler ile anlatmıştır;

“Yedi yaşta Arslan Baba’ya verdim selam,

Hak Mustafa emanetin kılın in’am;

 

O vakitte bin bir zikrin kıldım tamam,

Nefsim ölüp lamekana aştım işte”**

Yedi yaşında Arslan Bab ile tanışan ve onun elinden peygamberimiz Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v.) emaneti olan hurma dalının alan Hâce Ahmed, Yusûf el-Hemedânî’ye istinap*** etti. Yusuf el-Hemedânî’nin vefatının ardından irşad**** makamına ilk başta Hâce Abdullah-ı Beraki geldi.

Daha sonra da Hasan-ı Endâkî geçti. Şeyh Hasan-ı Endâkî’nin 1160 yılında vefat etmesi üzerine, Hâce Ahmed Yesevi irşad postuna oturdu. Bir müddet sonra, vakti zamanında şeyhi Yusûf el-Hemedânî’nin kendisine verdiği nasihat üzerine irşad postunu Şeyh Abdülhalik-i Gucdûvani’ye bırakarak, Yesi’ye giderek burada vefat edinceye kadar irşada devam etti. Sevgi, hoşgörü, adalet, ahlâk, nizam Hâce Ahmed’in ocağında pişerek, Anadolu’yu Türk’e ve İslâm’a yurt kıldı.

Hâce Ahmed bu irşad döneminde; Hacı Bektaşi Veli, Sarı Saltuk, Ahi Evren, Şeyh Edebali ve Geyikli Baba gibi pek çok âlimin irşada erişmesinde yol gösterici olmuştur. Ve bu isimlerin tamamı, İslâm’ın ateşini Anadolu’da yaktılar.

Hâce Ahmed’in ateşinde yanan nice mum, İslâm’ın nuru ile toplumların kararan dünyalarını aydınlatmaktaydı. 1055 yılında, Abbasî Halifesi Kaim’i Şii Buveyhoğullarının esaretinden kurtaran Tuğrul Bey ile Türkler, İslâm’ın kılıcı olmuşlardır. Hâce Ahmed Yesevi ile Türkler, İslâm’ın hem kılıcı hem de tebliğcisi olmuşlardır.

1517 yılında, Osmanlı Devleti’nin padişahı Yavuz Sultan Selim Han, Mısır’ı fethederek, Memlûk Devleti’ne son verdi. Böylelikle Hilafet Sancağı, Osmanlı eliyle Türklere geçmiş ve Osmanlı eliyle mazlumlar Türk himayesinde huzura ermişlerdi. Hindistan’dan Adriyatik’e, Yemen’den Kırım’a, Atlas Okyanusu’ndan Pasifik Okyanusu’na adaletin, merhametin, huzurun ve umudun adı Türkler olmuştu. Zalimler, rahatlıkla zulüm çarklarını döndüremez, ticarete hile karıştırılmaz, mazlumların iniltileri cihanı sarmaz idi. Lâkin günümüzde yaşananlar, Pir Ahmet’in ışığıyla yanan gönüllerin mazlum iniltileri ile faniye dönmesi, tarihin tekerrür etmesini zaruri hale getirmiş, yeniden uyanışın fitilini ateşlemiştir…

* Menkıbe: Din âlimlerinin veya kahramanlıkları ile tarihi adını kazımış yiğitlerin olağanüstü ve yüce özelliklerini anlatan, dilden dile anlatıla gelen öykülerin genel adıdır.

** Divan-ı Hikmet’ten

*** İntisap: Bağlanma, girme, kapılanma.

**** İrşad: Doğru yolu göstermek.

COĞRAFYA KADERİN ve KÜLTÜRÜN EMANETÇİSİDİR!

Bir ülkenin dünya üzerinde bulunduğu fiziki konumuna, coğrafi konum denilmektedir. Coğrafi konum aynı zamanda toplumların ruhsal, fiziksel, ahlaki, kültürel, sosyal, politik ve askeri özelliklerini belirleyen en önemli etkenlerin başında gelen bir olgu olması münasebetiyle üzerinde sıklıkla durulması ve altının kalın kalın çizilmesi gereken bir husustur.

İslam dini ise, 610 yılında Arap Yarımadası’nda bulunan Hicaz Bölgesi’nin Mekke kentinde dünyayı şereflendirmiş, 622 yılında Mekke’den Yesrib* kentine hicret ile dünyayı medeniyetin ta kendisiyle tanıştırmış ve kısa sürede cihanın dört bir yanında yayılan bir ilahi mesaj olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkler ise, Orta Asya Steplerinden, Anadolu Bozkırlarına, Avrupa Bataklıklarına ve hatta Amerika’nın Çöllerine değin uzanan bir coğrafyada, tarihin her döneminde varlık göstermiş, bulundukları coğrafya ile bütünleşerek, kimliklerini korumaya çalışmışlardır. Ancak bu zengin kültürel kaynaklar günümüzde pek ehemmiyet verilmeyen bir husus olarak karşımıza çıkagelmektedir.

Toplumların en büyük zenginliği, yaşadıkları coğrafyalarda kendileri ile yaşayan diğer toplum ve canlı türleri ile ilişkileri ve bu varlıkların kültürlerine kattığı olgulardır. Konar-göçer yapıya sahip Türkler, komşuları Çinliler ile olan kültürel kaynaşma nedeniyle tarım ve ekonomi gibi alanlarda varlık göstererek kültürlerini zenginleştirmiştir. Çinliler ile ilişkisi bulunan atalarımız sayesinde hürriyet sevdalısı bir kavim olan Türklerin devlet olma bilincinin şekillenmesinde askeriyenin yanı sıra tarım ve ekonominin önemi anlaşılmıştır. Tarih sahnesinde kurulan ilk büyük Türk Devletleri (Asya Hun Devleti, Göktürk Devleti, Uygurlar), Çinliler ile olan ilişkileri sayesinde devletlerini askeri, tarım ve ekonomi temel unsurlarında kurmuşlardır. Ancak bu devletlerin zamanla yaktıkları fitil sönmüş, devletin çağlara imza atması adına yeni unsurların Türk toplumuna sirayet etmesi gerekecekti.

Tarihin ilk çağlarından onuncu yüzyıla değin Türkler, Tengri** inancına sahip bir toplum olarak tanınmıştır. Tengri dinin İslam dini ile yakın benzerliklerinin olmasından mütevellit Türkler, 600’lü yılların ortalarından itibaren İslam dinini kabul etmeye başlamışlardı. Zamanla gerek coğrafi yakınlıkları gerekse kültürel ilişkileri dolayısıyla Türkler, Farisiler ve Müslüman Araplar arasında sosyokültürel yakınlaşmalar oldu. Bu yakınlaşmaların neticesine Türkler dil, bilim, sosyal yaşam, mimari, edebi ve sanatsal gelişmelerini sağlamışlardır. Orta Asya’da Çin, Hint, Fars ve Araplar ile etkileşime giren Türkler, Anadolu’yu anayurtları yaptıktan sonra, burada bulunan Rumlar ile de sağlam etkileşime girerek siyasi ve idari gelişimlerini sürdüre gelmişlerdir.

Dünyaya 600 yıl adaletle hükmeden Osmanlı, zamanla kendini var eden değerlerden uzaklaşarak, tarihin tozlu raflarında yer aldı. Aslında tarihin o tozlu rafında yerini alan Osmanlı değildi. Bizlerdi. Bizler kendimizden ırak olduk, başkalaşarak, tek dişi kalmış canavarın düzenini medeniyet sandık…

* Yesrib: Peygamber efendimiz Hz. Muhammed’in (s.a.v.) 622 yılında Mekke’den hicret ettiği kutlu şehirdir. Yesrib kenti insanoğlunun medeniyet ile şereflendirildiği şehir olması maksadıyla Medine adını almış ve bu isimle nam kazanmış bir kenttir.

** Tengri: Kişiselleştirilmeyen Gök Tanrısı veya Gök’ün tanrısal ruhu olarak bilinir.,

8 + 16 + 17 = Türk-İslam Devleti

Türkler tarafından kurulan en görkemli devletlerden biri ve İslam dininin Türkler ile anılmasının başlıca nedeni olan Büyük Selçuklu Devleti’nin iki sembolünden birisidir, sekiz köşeli yıldız. Sekiz köşeli yıldız; mutluluk, bereket ve sonsuzluk anlamları taşıyan bir semboldür.

Sekiz köşeli yıldız motifinde, içbükey ve dışbükey olmak üzere toplam on altı (16) köşe bulunmaktadır. Bu köşelerin her birinin ayrı anlamı vardır. Sekiz dışbükey köşenin anlamları hakkında çeşitli görüşler ortaya atılmıştır. Bazı kaynaklar bu köşelerin, cennetin sekiz kapısını temsil ettiğini yazmaktadır. Bazı kaynaklar ise, kadim Türk Devlet Kültürünün yansıması olan sekiz özelliği (Merhamet, şefkat, rabbe şükretmek, sabretmek, doğruluk, sadakat ve cömertlik) bu köşeler ile ilişkilendirilmiştir. Her iki açıdan da sekiz köşeli yıldız motifinin, medeniyetimizin yeniden hatırlanması ve inşa edilmesi hususunda önemli bir yerinin olmasına olanak sağlayacaktır.

Geçtiğimiz yüzyıl bizlere gösterdi ki, sekiz köşeli yıldız sembolüne yeterince anlam verememişiz. Zira doğru anlamlar vermiş olsaydık, bugün Ümmet paramparça, Turan Eller garip ve mazlumlar umutsuzluğa gark olmazdı. Gelin şimdi sekiz köşeli yıldız motifini yeniden anlamlandıralım ve Türk-İslam Medeniyetimizi inşa ve ihya edelim…

On altı köşeyi yeniden anlamlar katmadan evvel, on altı rakamının tarihimizdeki ve bizlerdeki ehemmiyeti hususunda birkaç kelam edelim.

Tarih boyunca Türkler, Türkiye Cumhuriyeti’ne değin, on altı büyük devlet kurdular. Bu on altı devleti, farklı boylara sahip hanedanlar yönetti. Şimdi bizler bu devletlerin sekiz köşeli yıldızın köşelerini ifade ettiğin söyleyebiliriz. Her köşe kadim bir devleti, sekiz köşeli yıldız sembolü ise on yedinci devleti yani Türkiye Cumhuriyeti’ni temsil eder. Böylesine bir tanımlama yapmamızdaki esas parametre, Türkler tarafından kurulan her devlet, kendinden önceki devletin devamı mahiyetinde olmuş olmasıdır. Esası itibariyle Türk Devleti, Oğuz Ata’dan beri süregelen, zamana ve şartlara göre kendini yenilebilme yetisine sahip, tarihsel sürekliliği olan ve kendi gelenek, kültür ve varlığı olan bir devlettir. Bu devlet, bazen Asya Hun, bazen Göktürk, bazen Selçuklu, bazen Osmanlı, bazen de Türkiye Cumhuriyeti. Hamur aynı, maya aynı, usta aynı. İstikamet, Kızılelma…

On altı köşeye birbiri ile alakalı anlamlar verelim; Rabbe Şükretmek, İlim, Sabretmek, Tarih, Doğruluk, Ekonomi, Cömertlik, Kültür-Sanat, Sır Tutmak, Teknoloji, Merhamet, Siyaset, Şefkat, Tarım, Sadakat, Ordu. Bu on altı olgu, birbirlerinden farklı gözükse de aslında birbirleri ile eş noktaları olan olgulardır. Birbirlerini motamot tamamlarlar. Aynı tarih boyunca kurulan on altı büyük Türk Devleti gibi.

Peki ya on yedinci olgu? O olmadan devlet olmaz. Devletin kökü, bel kemiği, taşıyıcı kolonu: Adalet…

On altı köşe, tarihin gölgesinde doğrularıyla ve yanlışlarıyla dönüldü. İsimler değişti, lakin kadim devlet asla değişmedi. Başkentler değişti, sancaklar değişti, çağlar değişti, yaşam şartları değişti ve hatta dinler değişti ama Kızılelma ülküsü bir an dahi akıllardan ve gönüllerden çıkmadı. Tek dişi kalmış canavar, bizlere kendini medeni diye tanıttı. Zulüm çarkını, ayrışmayı, gruplaşmayı, özentiyi, mazlumu daha da ezmeyi, kendi çıkarcılığını, kanı, gözyaşını ve teslimiyetti zihniyet medeniyet olarak anlatılageldi bizlere. Bu bizler için medeniyet değil, yok oluş, tarihin çöplüğüne savrulma ve kendi gerçeklerimizle zıtlaşmadan gayri bir anlam taşımamakta. Zaman, daldığımız gaflet uykusundan uyanmanın, yeniden dirilişin zamanı. Zaman, yeniden adalet sancağı ile çağlara imza atma zamanı…

8, 16, 17, 99, 114, 571, 610, 622, 1071, 1453, 6236… rakamlar farklı olsa da bizim yeniden uyanışımıza ve Ümmet olmamıza, Turan olmamıza gebe…

Bizler, daldığımız bu gaflet uykusundan uyanmaz isek, yokluğun fecrine mahkûm oluruz…

Dünya üzerinde yaşayan tüm mazlumlar yeniden dirilişin ateşini, Türk-İslam Âleminden bekliyor… Gaflet ve delalet uykusundan uyanma ve yeniden ALLAH’ın (c.c.) adıyla galip olanın ALLAH olduğunun haykırma ve bu uğurda şehadet kokusu almak için zaman, kalem ve asırlar bizi bekliyor…

Uyanmalıyız!

Zira, gözü yaşla dolmuş Kudüs bizi bekliyor! Semerkant, Ötüken, Doğu Türkistan, Arakan, Somali, Halep, Şam, Bağdat, Karabağ, Srebrenitsa, Üsküp, Mekke, Medine, İstanbul, dünya, ufkumuzun yettiği ve yetmediği evren bizi bekliyor! Turan iller, bizi bekliyor! Ümmet, bizi bekliyor! Çağlara nam salan tarih, kültür ve davamız bizi bekliyor! Yeniden aleme nizam vermek için, çağlar bizi bekliyor!

KALEMİN HAYKIRIŞI

Bazen dilin söylemekten gocunduğu hakikatler vardır, haykırmak istersin lakin haykıramazsın, içinde kalır. Gerçek hissiyatlarına sözler erişmez, kulaklar duymaz bazen. Ama bir nesne vardır ki, onun varlığı her daim umut, her daim haykırış ve her daim isyan. Cümlelerin ahengi ile bir silaha dönüşen o nesne, kalemdir.

Kalem öylesine bir nesnedir ki uğruna ayetler inmiş, Allah (c.c.) ayetlerinde kalem üzerine yeminler etmiştir. Kalem Sûresi, 1. Ayetinde, Rabbimiz bizlere; “Nûn! Kaleme ve kalem ehlinin satır satır yazdıklarına yemin olsun ki!” şeklinde seslenerek, kalemin ve kalem sahibi olanların ehemmiyeti hakkında özen göstermemiz gerektiğini vurgulamıştır. Alâk Sûresi 3 ila 5. Ayetlerinde ise Rabbimiz bizlere; “Oku! Kalemle (yazmayı) öğreten, (böylece) insana bilmediğini bildiren Rabbin sonsöz kerem sahibidir” şeklinde seslenerek, kendi yüceliği ile kalemle yazmayı ve ilimi bağdaştırmış, biz aciz kullarına istikameti belirlemiştir.

Aslına bakacak olursanız kalem, gizli saklı olan duyguların haykırışıdır. Anlamaz çoğu insan kalemin büyüsünü, kalemle insanın büyüyüşünü. Anlamaz çoğu fâni âleme dalmış gafil, kalemin sırrını.

Bir sırrı vardır kalemin! Ölümsüzlüğe atılan imza olmasından mütevellit. Bir sırrı vardır kalemin! En masum görülen, lakin en acımasız ve en gaddar silah olmasından mütevellit!

Müslümanca duruşumuzla, haykırışlarımızla ve nakış nakış işlediğimiz kelamlarımızla kararan bu sayfalara vurduğumuz her kalem, nefsimize attığımız bir gol, benlikten bizliğe erişin miadı. Yazdığımız her kelime, kulluk mahzarına eriş ve yeniden Ümmet olmaya yöneliş.

Bir lokma ekmeğe, bir damla suya muhtaç insanların varlığı ile kararırken insanlığımız, kalemimiz ile temizliğe, saflığa, şefkate, hoşgörüye ve birliğe yol yürümeli. Yürümeli ki bir gün zalimler bile bizlerden ilham alsın ve onlarda İslam’ın yüceliği ve muhteşemliğine erişsin. Kalemimiz Hakkın yayında, onun için kâğıda her değdiğinde zalimler için en tehlikeli silah olarak duracaktır. Zira kalemin haykırışı umudu, barışı ve kulluğu doğurur.

Gönlün sesinden haykırışımız yeniden dirilişin fecrini ikrar eder fani hana. Kalemimiz, Allah’ın adıyla kâğıda değer ve kulluğumuzu ararız onunla. Hak aşkını ararken yoldaşımız kalemimiz olsun, onun ile yanalım. Bizler yandıkça etrafımız aydınlansın ve hep birlikte yeniden inşa ve ihya edelim medeniyetimizi.

Hiçbir zaman aklımızdan çıkarmamız gereken bir gerçek var ise oda; silahların savaşlar başlatacağı ve toplumları yok edebileceği ancak kalemlerin ise; silahları geliştirebilecek ve devlet kurup, devletler yıkacak güçte olduğu gerçeğidir. Öyle ise; kalemimiz her daim Hak olanı ve Hakk’ın rızasında olanı haykıracak ve aleme nizam getirecektir.

AYRILIKTA AZAP, BİRLİKTE RAHMET VARDIR!

Mezhepçilik fitnesi, ırkçılık galebesi ve kendimizden uzaklaşmamız neticesinde bir birlerimizin kuyusunu kazmaktan başka bir şey yapmıyoruz. Adımız Müslüman, lakin kendimiz nefsimizin kölesi olmuş, nefsimiz boynumuza taktığı tasma ile ayrılık şarkıları haykırmaya devam ediyoruz. Namımız Müslüman, lakin bizler bizlerin şeytanı.

Miladi 656 yılında İslam Devleti’nin üçüncü (3.) halifesi Hz. Osman’ın (r.a.) bir grup asi tarafından şehit edilmesi İslam Tarihi’nde geri dönülmesi imkânsız acı ve ayrışmaların ortaya çıkmasına vesile olmuştu. Bu sürecin en vahim sonucu 10 Ekim 680 tarihinde, bugün Irak’ın sınırları içerisinde yer alan Kerbela’da yaşanan acı ve katliam Ümmet-i Muhammed’in Şii-Sünni diye ayrışmasına vesile oldu. Artık bu ayrışma öylesine bir hal aldı ki, Sünnilik ve Şiilik iki ayrı dinmişçesine anlatılır oldu. Oysa, İslam Dininin anlatısı bu değildi. Yüce Rabbimiz bizleri, peygamberimize gönderdiği mukaddes ayetleri ile uyarıyor ve birliğimizin bizler için en büyük hazinelerden bir tanesi olduğu hususunda telkinlerde bulunuyor.

“Ey Mü’minler! Hepiniz birlikte Allah’ın ipine sımsıkı sarılın ve ayrılığa düşmeyin. Allah’ın size olan şu nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşmandınız; derken Allah kalplerinizi kaynaştırdı da O’nun bu nimeti sayesinde kardeş oldunuz. Ateşten bir çukurun tam kenarında idiniz, fakat Allah sizi oraya düşmekten kurtardı. Doğru yolu bulasınız diye Allah size ayetlerini böyle açıklıyor.” *

Mezhepçilik fitnesi İslam Dinini ayrıştırmış, zamanla bu fitne daha da yayılarak tarikatlar bazına değin düşmüştür. Günümüzde aynı mezhebin devamı olduğunu vurgulayan tarikatlar farklı bir İslam anlatısı ile İslam dinini ayrıştırmaktan geri durmuyor. Oysa Rabbimiz kitabı Kur’an’ı Kerim’de bizlere ayeti kelimeleri ile seslenerek, uyarılarda bulunmuştu;

“Münafıklardan bir grup, İslam ve Müslümanlar aleyhinde zararlı faaliyetler yapmak, kâfirleri desteklemek, mü’minlerin arasında arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Resulüne karşı savaşmış olanların gelip kendilerine katılmasını beklemek maksadıyla bir mescit yaptılar. Üstelik bunlar: “Bu mescidi yaparken iyilikten başka bir şey düşünmedik” diye yemin de ederler. Allah şâhittir ki, onlar kesinlikle yalancıdırlar.” **

“O ortak koşanlar ki, dini bir bütün hâlinde kabul edip uygulamaları gerekirken, onu parçalayıp bölük bölük olmuşlardır. Üstelik her grup, parçaladıkları dinden yanlarında kalan bilgi kırıntılarıyla böbürlenip durmaktadır.” ***

Allah (c.c.), tarafından gönderilen din birdi. Zira Allah, her türlü noksanlıktan münezzeh ve yegâne olan mutlak ilim sahibiydi. Hal böyle iken birden ikilik meydana getirilemez ve ayrılıkla Allah (c.c.) ve onun dini olan İslamiyet anlatılamaz. Bizler ne Şii ne Sünni ne Hanbeli ne de Bektaşi, bizler Müslümanız. Hz. Ali’de, Hz. Osman’da, Hz. Ömer’de, Hz. Ebubekir’de bizleriz… Bizler, Hak Sancağını kalkan edinen Müslümanlarız…

5 Mayıs 1789 ila 9 Kasım 1799 tarihleri arasında, Fransa’da başlayıp başta Avrupa’yı devam eden süreçte de dünyanın dört bir yanını saran Fransız İhtilali’nin en büyük siyası sonucu siyasal milliyetçiliğin aşırı noktalara ulaşmasını sağlamasıdır. Bu tarihten itibaren, kavimler arasında bilhassa İngiliz Emperyalizminde etkisiyle aşırı milliyetçi oluşumların oluştuğu gözlemlenmiştir. 1299 tarihinde kurulan Osmanlı Devleti, kendinden önce kurulan diğer Türk-İslam Devletleri gibi pek çok kavme ev sahipliği yapmış, onlarla aleme nizam sağlamaya çalışmıştı. Ancak, 1600’lü yılların sonunda en azametli dönemini yaşayan Osmanlı İmparatorluğu, 5.200.000 km2 yüz ölçümüne ulaşmış ve sahip olduğu bu geniş coğrafyanın yer altı ve yer üstü zenginlikleri dolayısıyla emperyal güçlerin hedefi haline gelmiştir. Özellikle, Osmanlı İmparatorluğunun zamanın geresinde kalmaya başladığı 1800’lü yılların başından itibaren Osmanlı ile düşman olan İngiliz, Rus, Fransız, Almanya, Avusturya ve Papalığın etkisiyle Osmanlı topraklarında da milliyetçilik akımı aşırıya kaçarcasına yaygınlaşmaya başladı. Türkler, Kürtler, Boşnaklar, Arnavutlar, Sırplar, Rumlar, Bulgarlar, Ermeniler, Araplar, Kırımlılar, Romenler, Karadağlılar, Hırvatlar, Sicilyalılar ve daha nice etnik unsur kaşınarak uç noktalara çekilmiş, birlik ruhu zedelenmiş ve toplumların arasında bugün dahi bitmeyen çatışmaların oluşmasına vesile olmuştur.

Ayrışa ayrışa, biz olmayı unuttuk. Heybemiz ayrık otlarıyla doldu. Ve bizler her ayrıştıkça zülüm gören, zalimlerin oyuncağı haline dönüşen yine bizler olduk. Gazze için ağladığımızda, Kudüs İslam’ın olacak dediğimizde, bizlere; “Doğu Türkistan için neden sesiniz çıkmıyor?” diye alçakça sorular soran hain çocukları türedi zamanımızda. Kudüs’ünde, Doğu Türkistan’ında bizim olduğunu idrak edemeyen gafiller, toprağımızda yeşeren adalet, huzur ve hoşgörü tohumlarımızdan bihaber yolumuzu sorgular durur.

Acılarla, depremlerle, bir lokma ekmeğe muhtaç gaiplerin derdiyle ve bir damla suya muhtaç çocukların dertleriyle dertlenirken; mazlumların derdine deva olmak için kendi çapımızda direnişin fitilini ateşlerken, zalimlerin gafil kalemşörleri tarafından hakaretlere maruz kaldıkça sesimizi kesmeye çalıştılar. Ancak, artık haykıran kalemşörleri olmayacak, bizler olacağız. Kalemimizde birliğin türküsü ile çağlara kardeşliğin mührünü vuracağız…

O, bu, şu diye ayrıla ayrıla artık kaybettiğimiz bizlik duygusunu yeniden kazanarak aleme nizam getirmek adına kalemin hüküm vaktidir. Anlatılan değil, Hakk’ın emrettiği gibi dosdoğru olarak birlik, beraberlik ve kardeşlik türküleri ile yeni zaferler ve destanlar yazarak, yeni dünya düzenini Hak kelamı ile yazmanın vaktidir. Vakit, kanılarak girilen yollardan, baş eğilerek verilen mücadelelerden sıyrılıp “Rabbimiz Allah var, o varsa başkası olmasa da olur” diyerek, sırtımızı Allah’a (c.c.) yaslayarak zalimlerle mücadele etme, mazlumlar için haykırma vaktidir…

* Âl-i İmrân Sûresi 103. Ayet

** Tevbe Sûresi 107. Ayet

*** Rûm Sûresi 32. Ayet

VELHASILIKELAM

Biz bize yani İslâm’a, yani Türklüğe, yani özümüze döndüğümüzde yeniden doğacak, kâinata huzur güneşi. Mazlumların yarasına merhem olacağız, yeniden. Yeniden, zalimlerin korkulu rüyalarında biz olacağız. Yeniden, kardeşlik, barış, sevgi, hoşgörü, huzur çağlara hâkim kılınacak, biz, biz olduğumuzda…

Unutturulan, bizliğimizi yeniden hatırladığımızda, mazlumların gözlerinden akan yaşlar, bizlerle silinecek. Yedi iklim, biz olduğumuzda şanlı destanlarla cihana sığmayacak.

Kıyamın vaktidir, bu vakit. Zalimlerden hesap sorma vaktidir. Uyanışın vaktidir. Ve vakit, müjdeleneni bekleme vaktidir. Hz. Mehdi’nin (a.s.) hükmedeceği devletindir vakit.

Suskunluğumuz ile Kudüs’te, Gazze’de, Doğu Türkistan’da, Sreblenitsa’da, Hocalı’da ve daha nice zulme ve soykırıma uğrayan mazlumlar için yeniden umut tohumlarını toprağa atma vakti geldi ve hatta geçiyor bile. Gazze, Kudüs, Kerkük, Musul, Şam, Halep, Bağdat adaletle yönetimi, kendilerine hizmet edecek hizmetkarlarını bekliyor. Canlarını zalimlerin zulmüne isyan ile Hakka teslim edecek ateşleri bekliyor.

Ey Müslüman!

Mezhepçilik fitnesi ile sana unutturulmaya çalışılan dinine dön bir bak!

Bak ki, İslam’ın ne demek olduğunu anla. Anlamakla da yetinme, İslam’ı hayatına nakşet! Sen Müslümansın, rehberin Kur’an’ı Kerim. Peygamberin, Hazreti Muhammed (s.a.v.). Onun adıyla, ona emrolunduğu gibi hayat sürerek kendi medeniyetimizi kurmaktan neden uzak olduğumuzu bir idrak et!

Ben ne yapabilirim deme?

Hüküm kalemin ise kalemle cihadın var. Cemalin, kelam ile sırra erişirken, nefisle cihadın var. Filistinli bir çocuk gibi, tek oyuncağın sapanın ile buğday tanesi kadar taşları şeytanlara ve onların evlatlarına atman var…

Ben ne yapabilirim deme?

Gölünde, Serdar’ı Cihan’ı Enbiya Resulü Ekrem’in Hz. Muhammed Mustafa’n (s.a.v.) var. Ona, Rabbimiz tarafından Hz. Cebrail (a.s.) aracılığıyla tebliğ kılınan müjdeler var. Kur’an’ı Kerim’imiz var. Sünnet-i Nebimiz, Hadis’i Şeriflerimiz, Sahabe-i İkram Efendilerimiz, mum gibi kendileri Hak aşkı ile yanarken bizlerin yollarını aydınlatan Salih Kullar var. Onlardan aldığımız öğütlerle yol yürüyecek İmanımız.

Haydi ayağa kalk, Ey Müslüman!

Gözlerin önünde Srebrenitsa, Hocalı, Doğu Türkistan, Arakan, Filistin katledilirken sessiz kaldın. Ne silahın ne kelamın ne de imanın korkuttu küffarı. Fani alemde ışığın olan peygamberler, sahabeler, Hak dostu erenler ve Kur’an’ın varken, fani alem ile hemhal olmak neden? Zulüm çarkı kol geziyorsa aciz asırda, Asr nefesi ile şahlanıp, Müslümanca direnişin vaktidir. Zalimlere karşı kalem ile mücadele etmenin vaktidir zaman. Kalemin Zülfikar olsun, adalet terazin Ömer’ce olsun, edebin Osman’ca olsun, sadakatin Ebubekir’ce olsun. Olsun ki, Hak aşkı ile yanıp tutuşurken uzansın ellerimiz hürriyete, barışa, kardeşliğe, yeniden doğuşa ve adalete… Kelamın ile yol yürümekten aciz isen, kalemin ile direnmek için ne diye beklersin? Zalimler bir an zulmünden vazgeçtimi ki ve kendinden vazgeçersin!

Haydi ayağa kalk, Ey Türk Devleti!

Mazlumlar seni bekliyor. Fani alemde cennet kılınacak iller senden hizmet bekliyor. Adalet sancağının gölgesinde ilim, sanat, kültür, spor, teknoloji ve ekonomik hürriyete erişmiş nesiller seni bekliyor. Turan eller, tek sancağı seninle göllerde bekliyor. Bir damla suya muhtaç, bir lokma yemeğe muhtaç, barışa ve hürriyete muhtaç garipler seni bekliyor. Elini göğe kaldırarak “Ey Rabbim, yardım et bizlere! Bizlerin derdiyle dertlenen, bizleri senin emanetin olarak görenleri duamızdan eksik eyleme. Onları her daim payidar kıl. Kıl ki bizlerden yardımlarını esirgemesinler…

Ey Âdemoğlu!

Mezhepçilik, renk, ırk, dil, siyasi görüş diye diye ayrıldın. Bilmez misin, ayrılıkta azap, birlikte Rahmet vardır? Hak sana “kulum” demiş, sen utanmadan nasıl ehli şeytan olursun. Bir sille vur nefsine, şeytana sabırla yoğur kendini. Yönel Rabbine, kutlu muştular, inşirahlar seninle…

Ne mutlu, Türk-İslam Medeniyeti yolunda yol yürüyebilene! Ne mutlu, Turan Ülküsü peşinde koşabilene! Ne mutlu, Ümmeti birleme hedefini destur edinene! Ne mutlu, rehberi Kur’an’ı Kerim, yolu Turan, yoldaşı Ümmet olana…

Kaynakça

Çelik, S. (2020). Günümüzde Türkiye’nin jeopolitik konumu. Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi, 13(74), 201-210.

Çetinkaya, B. (2012). Medîne, medeniyet ve islam medeniyeti -medîne’den medeniyete-. Journal of Istanbul University Faculty of Theology, 0 (22), 5-50. Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/iuilah/issue/964/10870.

Durmuş, İ. (2017). Türk adının ortaya çıkışı, anlamı ve yayılışı. Gazi Akademik Bakış, 10(10), 37-47.

Güzel, R. (1969). İslam medeniyeti. İslam Medeniyeti Dergisi, 2 (18), 39-39. Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/islammedeniyetidergisi/issue/62083/940705.

Kalın, İ. (2016). Ben, öteki ve ötesi. İnsan Yayınları.

Koca, S. (2010). İslâm medeniyeti çevresinde türk imajı. Gazi Türkiyat, 1 (6), 119-153. Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/gaziturkiyat/issue/6719/90291

Mevdudi, E. A. (1969). İslam medeniyetinin yapısı. İslam Medeniyeti Dergisi, 2 (21), 27-28. Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/islammedeniyetidergisi/issue/62113/941881.

Mustafayev, B. (2017). Türk-İslam ve Hristiyan-Batı medeniyeti çatışması üzerine. Siirt Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 5 (8), 79-97. Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/susbid/issue/29770/324936.

Şeker, M. (2008). Türk kültürünün etkileşiminin tarihi tecrübedeki yeri. Türk İslâm Medeniyeti Akademik Araştırmalar Dergisi, 6, 25-37.

Şeker, M. (2008). İslâm medeniyeti Arap medeniyeti değildir. Tarih Okulu Dergisi, 2009 (V). Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/usakjhs/issue/13546/164065.

Şemşek, V. (2020). İslam medeniyetinin temelleri ve tarihi gelişim süreci. Karadeniz Uluslararası Bilimsel Dergi, 1 (45), 280-290. DOI: 10.17498/kdeniz.674435.

Üçer, S. (1968). İslam medeniyeti. İslam Medeniyeti Dergisi, 1 (8), 23-25. Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/islammedeniyetidergisi/issue/62073/939574.

Ünal, T. (1968). Türkler nasıl Müslüman oldular?. İslam Medeniyeti Dergisi, 2 (14), 28-31. Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/islammedeniyetidergisi/issue/62079/940399.

Ünal, T. (1969). İslam medeniyetinde Türkler. İslam Medeniyeti Dergisi, 2 (19), 21-23. Retrieved from https://dergipark.org.tr/tr/pub/islammedeniyetidergisi/issue/62109/941769.

 

Selçuk Dikici

Selçuk DİKİCİ, 18 Temmuz 1996 tarihinde Malatya'da dünyaya geldi. Roman, şiir, hikaye, deneme ve biyografi tarzlarında yazılar kaleme alan Selçuk Dikici, Bilgisayar Teknolojileri ve Programcılığı ön lisans eğitiminin yanı sıra Tarımsal Biyoteknoloji ana bilim dalında Ziraat Mühendisliği eğitimi almıştır.

One thought on “DERGÂH-I İLMİYE DEKLERASYONU

  • Selçuk DİKİCİ

    Çıktığımız bu yolda Rabbim Yar ve yardımcımız olsun… Ya Allah, Bismillah…

    Yanıtla

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir